×

Senua’s Saga: Hellblade II – İnceleme Oyuncular Web

Senua’s Saga: Hellblade II – İnceleme Oyuncular Web

Senua’s Saga: Hellblade II – İnceleme Oyuncular Web de

Hristiyanlığın elini kolunu zahmetsizce uzatamayacağı kadar kuzeyde, Pagan dünyanın soğuk çeneleri geviş getirir. Granitten alt dişlerin, rüzgâr ve yağmurdan suret kazanan bir üst sırayla, eskimez bir hiddet içinde buluşmasında onlara tapan bir insanlık yem olur. Yeryüzüyle gökyüzü kendi aralarına aldıklarını eskimeyen devinimleri ile öğütürken elbette bir kısım insanı da çiğner. Onlar mezarlarına razı gelirken çiğnenmekten kaçanlar da efsaneler doğurur. İzlanda için sıradan bir günde de yerle gök bir başkasını yutmaktan vazgeçiyor ve Midgard’ın tükürüğünde boğulmaktan bir kadın kaçıyor, tıpkı Helheim’dan kaçtığı gibi. Senua’s Saga: Hellblade 2, o kadının hikayesi.

Xbox fanları Mesihleri olacak oyunu beklemeyi bıraksın ÇOK ACİL

From Hell’de, cani karakteri William Gull’ın ağzından “Tanrıların tartışmasız bir şekilde var oldukları bir yer varsa o da zihnimiz; orada tüm ihtişamları ve canavarlıkları ile, yalanlanamaz bir şekilde gerçekler” der Alan Moore. Alışılmışın dışındaki inanışlarını inşa etmeye giden yola döşediği ilk taş da eserine yazdığı bir replik iken bir aydınlanma haline gelen bu cümle. Hellblade 2’yi oynadıktan sonra incelemesini yazmaya oturduğumda kafamda vızır vızır dolanan şey bu söz oldu. Ninja Theory’nin iki Hellblade oyununda gerçeklik ile mitoloji arasında psikoz kullanarak inşa ettiği dar köprü Moore’un gönüllü ve aklı başında yürüdüğü taş döşeli yolla bir değil. Yol medeniyetin güvenliğindeyken, dar köprü dipsiz bir uçurumun üzerinde, ilkelliğe düşüş tehdidini her adımda hatırlatacak bir manzaraya sahip. Ancak onları kullanarak varılan nokta da benzer olsa gerek.

“Olsa gerek” diyorum çünkü Hellblade 2 incelemesini normalde ben yazmayacaktım, en başından yazacak olsaydım da ilk oyunu baştan almanın gerekliliğini fark edebilir miydim emin değilim. Bu da affınızı isteme sebebim sevgili okur; zira yazının başına oturduğumda fark ettiğim kadarıyla ilk oyunu ana hatlarıyla hatırlamak veya detaylı bir özetten hafıza tazelemek, ikincinin ona ne kadar başarılı eklemlendiğini tastamam tartabilmek adına yeterli değil. En başından beri anlatısını ve sunumunu ön plana çıkaran ama bunların sınırlarını akıl hastası birinin sanrıları ile belirleyen bir serinin devam oyunu, hayal meyallerden oluşsa bile hayal meyaller ile tam tekmil incelenemiyor. O yüzden ben ettim siz etmeyin, devam oyunu girişte ilkinin bir özetini geçiyor olsa bile hikâyenin birinci adımını baştan almadan ikinciye girmeyin. Tabii bunu, Ninja Theory’nin oluşturmaya çalıştığı katmanlı anlatının vitaminini almayı isteyenlere söylüyorum, yoksa Hellblade 2 eforsuz bir keyfi de mümkün kılacak oranda ilk oyundan bağımsız.

Lafa hikâyeden girdiğim için oradan devam etmek, hemen yukarıdaki paragrafta özrünü dilediğim şeyin neden bir hata olduğunu sıcağı sıcağına anlatmak istedim ama aradan geçen 7 senede, Microsoft satın alımıyla genelde Microsoft’tan, özelde de Ninja Theory’den beklediklerimizin büyüdüğünün farkındayım. İlk oyununun ne derece kısıtlı bir iş gücü ve bütçe ile yapıldığını biliyor ve ikincide trilyon dolarlık Microsoft gücünü ardına alan, oynanışı da geliştirerek Sony yapımları ile aşık atacak “o oyunu” görmeyi arzu ediyor olabilirsiniz. Burada bana düşen, hayallerinizi baştan kırmak ki incelemenin kalanını okumak isteyip istemediğinize vakit kaybetmeden karar verebilin. Malumunuz Microsoft bir süredir, satın aldığı stüdyolardan Game Pass’e bastığı çoğunluğu küçük ve orta ölçek yapımlarda, artık Sony’yi büyük bütçe konsola özel oyun sahasında yenmeye çalışmadığının sinyallerini veriyordu. Zaten Ninja Theory’nin Naughty Dog veya Santa Monica ile aşık atacak bir stüdyo olmadığı da ortada, yani Hellblade ne içeriğinin boyutu ne de oynanışının derinliği ile ilkinin pek üzerine çıkan bir oyun değil. Sadece ve sadece, ilk oyunda pazarlanan malın alıcısı olanlara önerebileceğim bir yapım.

O saatte orada elinde kılıçla ne yapıyormuş?

Hatta safi mekaniksel bir perspektiften bakarsak geri bile gittiğini söylemek mümkün. Önceki oyunda aynı anda birden fazla düşman ile uğraştığımız anlar varken, Hellblade 2’nin hiçbir yerinde aynı anda birden fazla hasım ile ilgilenmek zorunda kalmıyoruz. Ayrıca tekme özelliğimiz de artık yok, gard aşma işini salt ağır saldırılar ile hallediyoruz. Düşmanları ağır çekime alan, bazen de üzerlerindeki koruyucu aurayı ortadan kaldıran aynamız ve doğru zamanlamayla yapıldığında düşmana ağır bedel ödeten savuşturma hareketimiz Hellblade savaşlarının belkemiğini oluşturuyorlar. Lakin Hellblade 2, halihazırda fazla basit değilmiş gibi mekanikleri daha da sadeleştirmiş olmasına rağmen çok daha fazla animasyon ve daha tatmin edici bir görsel-işitsel geribildirim (adına vuruş hissi demek isteyenleri de buradan selamlıyorum) ile epey doğal hissettiren karşılaşmalara ev sahipliği yapmayı beceriyor. İlk oyun da tıpkı ikincisi gibi oyuncusunu gerçekliği ile çevreleyen, oyun olduğunu unutturmaya çalışan bir yapımdı ancak dövüşlerin bozuk ritmi, düşmanların birden fazlasıyla savaşabilin diye üzerinize yürüyerek gelmeleri ve kılıcı ete değil süngere savuruyormuş gibi hissetmek bunu tam anlamıyla başarabilmesinin önüne geçiyordu. İkinci oyun, yukarıda bahsettiğim artıların yanında daha fazla düşman tipi de barındırmasıyla bunu hemen hemen başarıyor. Mitolojik gerçeklik illüzyonunu tek titreten noktası da düşmanların üzerinize teke teke gelmesini akışına nasıl yedirdiğine baktığınızda ortaya çıkıyor; oyunda birden fazla kez kendimizi bizden başka insanların da hayatının tehlikede olduğu arbedelerin içinde buluyoruz. Ortamı aslında güruh olarak basan hasımlarımızın bize sırayla sarmalarının açıklaması da Draugr gören masum köylüleri ziyadesiyle vahşi şekillerde deşmekle meşgul olmaları oluyor. Bu da her bir seferinde yenilip yutulan bir açıklama değil açıkçası.

Hellblade’in oynanışının ikinci temel öğesi de bulmacalar ya da daha doğrusu “mekânda şekil avına çıkmacalar.” İlk oyunda şikâyet edilen bu meşgaleler, anladığım kadarıyla temaya uygunluktan mütevellit oldukları gibi duruyorlar. Kendilerini Roschach testi ile bağdaştırmak lazım; Senua deli olduğu için etrafta aslında orada olmayan şekiller arayıp buluyor hesapta. Ancak bunu yapan fiilen o değil biz olduğumuz, Ninja Theory de tamamı Helheim’da geçen öncekine kıyasla çok daha büyük bir kısmı “gerçek” dünyada ilerleyen bu oyunda aralara en basitinden fizik bulmacaları bile yerleştirmediği için sıkılıyoruz. Oyuncuyu olduğu yere dakikalarca çakılı bırakan ve sonunda zekâyla değil denk gelişle çözülen bulmacalardan Alan Wake 2’de de illallah etmiştim ancak oradaki ışık açıp kapama mekaniği en azından daha ilginç, daha sürprizli şekillerde oyun alanını değiştiriyordu. Hellblade 2’nin geliştirici ekibi, anlatının bağlamını biraz olsun esnetmekten, gerçekliğini azıcık olsun oyunlaştırmaktan öcü görmüş gibi kaçmışlar. Son kertede de sonuç, ilk oyundan bu yana bulmacalarda biraz bile ilerleme kaydedilmemesi olup çıkmış. Yedi senede daha fazlasını beklerdik sevgili Ninja Theory.

Robert Eggers’a telif ödendi mi bakayım?

Oyunun oynanışı biraz hikâye olunca, uzun uzadıysa konuşulacak şey de anlatı oluyor. Öncelikle oyunun tonu, dokuz diyarın dokuzunda da başarısı tartışılmayacak kadar iyi ayarlanmış. Hollywood’un totosundan ışın çıkartan pelerinli CGI adamları ile Robert Eggers’ın Northman’ı arasında nasıl bir tezat varsa, Hellblade 2 ile bütün diğer AAA fantazya oyunları arasında da öyle bir zıtlık var. Yüksek bütçesi sağ olsun kuzey mitlerini piksellerden inşa ederken realizm yörüngesinde serin serin dolaşabilen son iki God of War oyunu da buna dahil. Hellblade 2 aynı onlar gibi tek çekim kameradan bizleri dünyasına davet etse de Nors mitolojisini doğanın renkten yoksun bıraktığı, ıssızlıkta yeşeren vahşetin köyleri mezbahaya çevirdiği bir beldenin mitolojisi olarak resmediyor. Bu sayede de God of War ile arasında çok ciddi bir mesafe koyuyor. Burada, yani İzlanda’da, diyar fantazyalarının rengarenk ırkları yok; sadece insanlar ve insanlıklarını kaybedenler var. Öte alemlerin varlığı rivayet edilen sakinleri ise kameranın dışında yaşıyor, Senua’nın psikozunun ardında saklanıyorlar. Ortaya çıkan prodüksiyon da karanlığı ve vahşetiyle adeta 7 saatlik interaktif bir A24 filmi oluyor. Gözünüzü gökkuşağı köprüsünün ötesine dikmiyor, alçak tabanlı köy evleri ve çemberli höyükler arasında, yeraltı mağaralarının fosforlu ışıkları altında dolaşıyorsunuz.

Bu arada bundan iki cümle önce “insanlar ve insanlıklarını kaybedenler” dediysem, öylesine edebiyat parçalamak için demedim. Senua ilk oyunda deliliği ile baş başaydı, Hellblade 2’de ise kendine birtakım yoldaşlar ediniyor. Kayıplarını kabullenip, suçluluk duygusundan kurtulan kızımız, gözünü köleciler tarafından kaçırılan yurttaşlarına çeviriyor. Oyunun ilk anında Senua’yı bir köle tacirinin gemisinde esaret altına alınmış, Orkney halkının o noktada belirsiz olan kaderini paylaşmaya götürülürken görüyoruz. Önce fırtınada batan gemi, akabinde karaya vuran Senua, en sonunda kölecilerden biri ile canhıraş bir kılıç düellosu sahneliyor oyun bizlere. İsminin Thorgestr olduğunu öğrendiğimiz köle tacirini esir aldıktan biraz sonra da Fargrimr isimli bir dost ediniyoruz. Birbirinden pek hazzetmeyen bu ikili, atışmalarında üzerinde bulunduğumuz yabancı toprakların belasını açık ediyor: devler. Günbatımında avlanıp yöreyi yöre halkına olduğu kadar dışarlıklara da hapishane yapan bu ucube yaratıkları avlamak da Hellblade 2’nin ana amacı haline geliyor.

|Oyunda Türkçe altyazı desteği var ancak ben oyuna yapılan çeviriyi fazlasıyla ham buldum.

Senua’nın etrafındaki insanlar ile ilişkisini anlatacağı söylenen ikinci oyunu tartışmak da bu noktada biraz zorlaşıyor açıkçası. Nihayetinde evet, Senua’nın akıl hastalığı, mitoloji ile gerçek dünya arasında bir köprü kurmaya olanak sağlayarak kendine has olduğu kadar metaforik, birden fazla yoruma da açık bir anlatıma kapı aralıyor. İlk oyunu tek ele aldığınızda başından sonuna Senua’nın kafasında geçen bir hezeyan olarak görebilirsiniz. Olmadı aslında İzlanda’da kendini dağa taşa vurup “Hellheim’dayım” sandığını, zebani diye de gerçek savaşçıları kesip doğradığını söyleyebilirsiniz. Son olarak da Hellblade dünyasında doğaüstü etmenlerin gerçekten olduğunu, akıl hastalığının bunlar ile olağan olaylar arasındaki sınırları bulandırdığını iddia edebilirsiniz. İşin içine Senua’ya yoldaşlık eden gerçek insanlar girdiğinde ise bulanan bizim kafalar oluyor ama sanki. Hellblade 2’nin hikayesi ana hatlarıyla Senua’yı anlamlı bir noktadan yine anlamlı bir başkasına taşısa, taşırken oyuncusunun kafasında tematik yankılar yaratsa da yazılar akmaya başladığında bu iki yapıtın toplamından ne almam gerektiğini net olarak bilmiyordum. İlk oyunun detaylarını özet okuyup ara sahne izleyerek zihnimde canlandırmaya çalışmak da pek bir sonuç vermedi. Bu yüzden başlarda dedim, “ilk oyunu baştan almam gerekiyormuş” diye. Parçaları birleştirmek için yeterli eforu sarf ettiğinizde, ortaya cidden iyi düşünülmüş bir yapboz çıkıp çıkmayacağını söyleyemiyorum size.

Unreal Engine’in adını Real Engine yapabilir miyiz artık, bu gerçek olmuş da…

Ha Unreal Engine 5 sponsorluğundaki muhteşem sunumun hatırına bunların hiçbirini takmayabilirsiniz de. Hellblade 2, kabaca bakıldığında şimdiye kadar gördüğüm en iyi grafikli oyunlardan bir tanesi, hatta direkt en iyisi bile olabilir. Geliştiricilerin, mevcut nesil konsollarda 60 FPS alabilmek için kırpa kırpa kullandığı Unreal Engine 5 grafikleri, ilk defa tam teşekküllü bir şekilde gözlerimizin önüne seriliyor; Lumen’i Nanite’ı geçtim, hiper gerçekçi yüz modellerini dijital ortama aktarmaya olanak tanıyan Meta Human teknolojisi bile kullanılmış. Tüm bunların olabilmesi için bolca da bedel ödeniyor. Xbox Series X’te hem 60 FPS’ten feragat edilip 30 FPS hedefleniyor, hem de ilk dönem PS4 özel oyunlarından Order 1886’de olduğu gibi alttan üstten siyah şeritler eklenip oyunun dünyasına açtığımız pencere daraltılıyor. Bu siyah şeritlerden PC’de bile kurtulmak mümkün değil ki kurtulsanız halihazırda zaten epey yüksek olan sistem ihtiyaçları daha da sapıtır. Oyunun bilgisayarımda ekran kartımı(RTX 4070ti) nasıl da ağlata ağlata çalıştığını gördükten sonra böyle bir şeye teşebbüs bile etmemek gerektiği ayyuka çıktı zaten. 1440p çözünürlükte her şeyi maksimuma aldığımda, DLSS/FSR kullanmadan 40 ile 60 FPS arasında dolanan kare oranları ile karşılaştım. Ayarları en düşüğe aldığımda ekran kartı kullanımı %96-97’lerden 75’lere düştüğü ve dolayısıyla nispeten yüksek kaldığı için pek öyle ölçeklenebilir durmuyor Hellblade 2. Zaten ayarlar da çok çeşitli değil, koca oyunda çözünürlük ve dikey senkronizasyon gibi standartlaşmış şeylere ek olarak epitopu 10-12 ayar başlığı var. Bir de görüntüde, UE5 kullanan bir başka oyun olan Immortals of Aveum’da da karşılaştığım ancak sanat tasarımı ile alakalı olabileceğini düşündüğüm bir bozulma oluyor. Ben diyeyim titreklik, siz deyin bulanıklık, DLSS veya kenar yumuşatma opsiyonlarını kapadığımda da kurtulamadığım bu efekt, umarım Unreal Engine 5’in dudak uçuklatan görselliğinde sık karşımıza çıkan bir şey olmaz.

Grafiklerin yanında sesler de ilk oyunda olduğu gibi muhteşem. Zaten girişte direkt “abi kurbanın olayım kulaklıkla oyna bak o kadar uğraştık” uyarısı geliyor, isteneni yaptığınızda da “3D Binaural” ses teknolojisinin nimetlerinden faydalanıyor, oyunu Senua’nın kafasındaki sesler sizin de kafanızdaymış gibi bir paranoya içinde oynayabiliyorsunuz. Kulaklarınızın pasını da İskandinav deneysel halk müziği grubu Heilung’un müzikleri alıyor.

Senua’s Saga: Hellblade 2, herkese hitap etsin diye yapılmış bir oyun değil. Anlatımı süslemek uğruna oynanışı geri planda tutan oyunlara sıcak bakanlar için, ilk oyunun daha iyi bir prodüksiyona sahip devamı olmasını problem etmeyecekler için yapılmış bir oyun. Vurduğunda gol olan parçaları da var, tema dışına çıkmayayım derken keyif vermeyi unutan anları da. Bu yıl pek çok farklı organizasyonun oyun ödüllerinde sanatsal başarım ödülüne kafadan aday olacağı, kimisini de alacağı ise çok belli.

♦ İnceleme puanlarımız ne anlama geliyor?

Yorum gönder

You May Have Missed

Ataşehir Elektrikçi - Coin Yorum