Paper Mario: The Thousand-Year Door – İnceleme Oyuncular Web
Paper Mario: The Thousand-Year Door – İnceleme Oyuncular Web de
Mario’nun marka olarak esnekliğine her zaman hayran olmuşumdur. İki boyutlusundan üç boyutlusuna platform oyunları inanılmaz kaliteli, yarış oyunu desen en çok satan serilerden biri, parti oyunları desen Nintendo konsollarının vazgeçilmezi… Ama Rol Yapma Oyunu olarak bile bu kadar başarılı işler çıkarıyor olmaları beynimi patlatıyor. Yahu Mario bu, mavi bir tulum giyen, bıyıklı bir İtalyan tesisatçı! Nasıl bu kadar iyi bir RYO çıkabiliyorsunuz bundan?!
Tabii oturup şöyle beş dakika falan düşününce o kadar da tuhaf gelmiyor. Mario’nun evreni bolca karakterin bulunduğu, boş bir taslak aslında. Bu karakterlerin spesifik karakteristikleri var ama o kadar temel ki bunları herhangi bir oyun türüne koyup, üstüne ekleyip genişletebiliyor ya da esnetebiliyorsunuz: Mario klasik alışageldiğimiz iyi karakter, Prenses Peach biraz sivri uçları olsa da iyi niyetli, herkesi düşünen, sevgi yumağı bir karakter; Luigi genelde korkak ama yine de günü kurtarmak için elinden geleni yapan ve esprilerin hedefi olan bir karakter gibi yığınla örnek verilebilir. Durum böyle olunca da her türlü oyun çıkabiliyor haliyle.
Paper Mario da bunun en iyi örneklerinden. Nintendo 64’te ortaya çıkan serinin en popüler ve çoğunluk tarafından en iyisi olarak kabul edilen The Thousand-Year Door’un yeniden yapımı da orijinal Gamecube versiyonunun neredeyse her şeyini koruyarak, hatta biraz daha geliştirerek Switch’e gelmişken şöyle oturup detaylıca konuşmak lazım tabii.
Şimdi Mario’muzu kesiyoruz. Gerçi burada kesilmişi var…
The Thousand-Year Door, Rogueport adında bir yerde, Prenses Peach’in biraz şüpheli bir satıcıdan bir hazine haritası alıp bu haritayı Mario’ya göndermesiyle başlıyor. Sevgili Peach’imiz tabii ki de bu sırada X-nauts isimli bir grup tarafından kaçırılıyor ve Mario’nun da hem bu hazineye erişebilmek için gereken Kristal Yıldızları X-nauts ekibinden önce toplaması hem de Prenses Peach’i kurtarması gerekiyor. Gayet temiz, basit bir senaryo ve amaç.
Fakat TTYD’u güzel yapan şey hikâyesinden daha çok karakterleri. Hem oyuna diyaloglarıyla kattıkları renk hem de partnerlerinizin partideki yetenekleriyle oynanış açısından da yazım açısından da bir hayli tatmin edici. Goombella’yı ele alalım mesela. Kendisi Goom Üniversitesi’nde arkeoloji okuyan, zeki ama bir yandan da nispeten kaba bir Goomba. Oynanış açısından düşmanları “Tattle” yeteneğiyle zayıf noktalarını ve canlarını size gösterebiliyorken, bu şirin mi şirin görünen Mario evreninde bir anda patlamalarıyla ve Mario’yu kıskanmalarıyla aşırı eğlenceli sahnelere sebep olabiliyor. Bu arada evet, oyundaki her kadın karakter Mario’ya vuruluyor bir şekilde. Mario’yu öp öp öp doyamadılar tüm oyun boyunca yemin ederim.
Oyunun anlatımındaki asıl odak noktalarından biri hem görsel hem de yazılı mizahı aslında. Yukarıdaki örneklerin yanı sıra oyunda ne zaman büyük bir sandık bulsanız size yardım edeceğini söyleyen ama sonradan sizi lanetleyen (yeni yetenekler veren) ve bir de bu “laneti” nasıl kullanacağınız anlatan ruhlar ya da oyunun ikinci bölümünde Puni adında şirin ve ufak bir grubu X-nauts ekibinden kurtarmaya çalışırken Puni’lerin sakin görünen yaşlısının bir anda patlayıp herkesi azarlaması gibi beni sesli güldüren bolca örnekle karşılaştım The Thousand-Year Door’da. Mizahı gerçekten bolca güldürdü beni.
The Thousand-Year Door’un dünyasını da bir hayli aktif tutuyor bu NPC’ler aslında. Arada Luigi çıkıp Mario yokken neler yaptığını anlatıyor, daha önceden kurtardığımız NPC’ler bizimle tekrar e-posta üzerinden iletişime geçip neler yaptıklarını söylüyorlar, bazı NPC’ler oyunun farklı yerlerinde sürekli beliriyorlar… Eğer benim önceki incelemelerimi okuduysanız bu tarz ufak şeyleri aşırı sevdiğimi biliyor olmanız lazım.
Oynanış açısından da bir hayli tatmin etti beni The Thousand-Year Door. Temelinde sıra tabanlı bir RYO oynanışına sahip olmasına rağmen, Paper Mario’dan sonra da bolca başka oyunlarda gördüğümüz (en basitinden Sea of Stars) “Action Command” sistemiyle dövüşler oyuncuyu hem saldırırken hem de savunurken aktif tutuyor. Bilmeyenler için basitçe anlatmam gerekirse, diyelim Mario’nun çekiç saldırısını kullanacaksınız. Kullandığınız zaman Mario’nun tepesinde bir çubuk beliriyor ve o çubuk yıldıza gelene kadar analoğu sola çekip, geldiğinde bırakıyorsunuz. Ya da Goombella’nın kafa atma (evet, bildiğiniz kafa atma) saldırısını kullanmak istediğiniz zaman düşmana tam çarpmadan önce A’ya basarsanız daha fazla hasar veriyor. Keza savunmada da A’ya zamanında basarsanız savunmaya geçip daha az hasar yiyorsunuz, tam saldırı size vurmadan önce de B’ye basarsanız hiç hasar yemeyip düşmana hasar yedirebiliyorsunuz, bir nevi parry mekaniği.
Oyunda seviye atlama sistemi olmasına rağmen, seviye atlayınca herhangi yeni bir “yetenek” kazanmıyorsunuz. Seviye atlamak sadece can puanınızı, çiçek puanınızı ya da rozet puanınızı arttırmak için işe yarıyor. Bunun yerine oyunda ilerledikçe ya da haritada gizli olan rozetleri bulunca veya satın alınca çoğu yetenek açılıyor. Bu rozetlerin isterseniz iki üç tanesini aynı anda kullanıp tek bir saldırıyı güçlendirebiliyorsunuz ya da çeşitli rozetler takıp her düşman türü için hazırlıklı olabiliyorsunuz. Rozet çeşidi bir hayli fazla olduğundan yapabileceğiniz kombinasyonların tek sınırı rozet puanınızın yetip yetmemesi.
Göründüğünden de bir hayli stratejik olabiliyor aslında The Thousand-Year Door. Partinize katılan her karakterin kendine has yetenekleri, güçlü ve zayıf olduğu düşmanlar olmasından ve partide Mario dahil sadece iki karakter bulunabildiğinden istediğiniz an partideki partnerinizi değiştirebiliyorsunuz. Karakterlerin de düşmanların da canları öyle üç-dört haneli sayılara ulaşmadığından yaptığınız her saldırı, savunamadığınız her atak bir hayli değerli oluyor. Bir de bunun üstüne çantanızda sadece 15 tane (eğer The Pit of 100 Trials’dan yükseltmeyi alırsanız 20 tane) öğe taşıyabildiğinizden “Bir sürü mantar stoklayıp dalarım dövüşe n’olacak ya?” da diyemiyorsunuz haliyle. Bu kısıtlamalar bir hayli can sıkıcı görünse de oynarken pek de can sıkıcı hissettirmiyor, hatta olmasalar oyun nispeten bir hayli kolay olurmuş bile dedim bolca. Ama keşke etrafta topladığımız öğeleri kullanmak ya da atmak yerine otomatik olarak depoya atma seçeneği de getirselermiş demedim değil ara sıra.
Şimdi kestiğimiz Mario’yu yapıştırıyoruz… Gerçi burada yapışmışı var.
The Thousand-Year Door, nispeten eski bir oyun. 20 yıllık bir oyun hatta, 2004’te Gamecube’a çıkmıştı orijinali. Ama işin güzel yanı, oyun hiç de kötü yaşlanmış bir oyun değil, şu an bile Gamecube versiyonunu açıp rahatlıkla oynayabilirsiniz. Hal böyle olunca, Switch “yeniden yapımı” daha fazla insana ulaştırmak dışında başka bir işe yaramıyor gibi görünebilir ama Origami King’in motoruyla baştan yapıldığından dolayı bolca yenilik var.
Oyun görsel olarak nispeten daha iyi görünüyor tabii ki de. Işıklandırmalar bir hayli güzel, oyunun “kâğıt” estetiğini bir hayli iyi kullandığını daha net görüyorsunuz. Bazı insanlar orijinal oyuna nazaran daha soluk görünüyor diyor fakat bana bir hayli renkli, cıvıl cıvıl geldi oyun. Ufak eklemelerden en hoşuma gideniyse her karakterin artık arkadan da spritelarının oluşu ve yeni eklenen surat ifadeleri oldu sanırım.
Yeni müzikler de bir hayli iyi. Yeni şarkıların yanı sıra, orijinal oyunda olan şarkıların yeniden uyarlanmış halleri ve remixleri de bulunuyor oyunda. Nostaljiden kaçamayanlar için de sadece 1 coin’e oyunun tüm müzikleri orijinal haline çevirebiliyorsunuz isterseniz. Bunun yanı sıra ses tarafında hoşuma giden bir diğer yenilikse oyundaki diyaloglarda seslendirme olmamasına rağmen, artık diyaloglar akarken Animal Crossing/Banjo Kazooie’den hallice sesler eşlik etmesi olsa gerek. Basit bir ekleme olsa bile karakterlerin kişiliğini biraz daha doldurduğunu düşünüyorum.
Oynanış kısmında eklenen yeniliklerin çoğuysa 20 yıl önceki teknoloji kısıtlamalarından kaynaklı, Gamecube’da yapamadıklarını tahmin ettiğim oynanış kalitesini yükselten şeyler. Mesela artık Overworld’de gezinirken L tuşuna basınca partinizdeki diğer karakterler arası geçiş yapabiliyor, menüye girip değiştirmekle uğraşmıyorsunuz. Ya da ZL tuşuna bastığınızda oyun size ne yapmanız gerektiğini hatırlatıyor. Oyunun son bölümlerindeki back-tracking’i katlanabilir hale getirmek için düzenlenen hızlı seyahat ve Action Command’leri çalışabileceğiniz ve size ipuçları veren bir Battle Master adında bir Toad’un eklenmesi gibi birçok ufak yenilik bulunuyor.
Peki… Gelgelelim şu 30fps muhabbetine. İnsanlar çok fazla bahsettiğinden dolayı değiniyorum buna, yoksa inanın 30fps olup olmaması o kadar da önemli değil benim için. 60fps olmasını tabii ki çoğunuz gibi ben de tercih ederdim ama ne oynanışı ne de görselliğini pek etkilediğini hissetmediğimden dolayı fazla da üstünde durmayı istemiyorum. Büyük ihtimalle Switch 2’de falan bir 60fps yaması alacaktır zaten, o zaman “Evet 60fps daha iyiymiş” derim. Ama böyle bir oyunu almamak için “30fps olması” kesinlikle geçerli bir sebep değil.
Yapıştırdığımız Mario’muz böylelikle oynanmaya hazır! Gerçi burada oynanmışı var…
Evet, Paper Mario: The Thousand-Year Door gerçekten de “Ama 30fps ühü…” diye bir kenara atıp, görmezden gelmek isteyeceğiniz bir oyun değil. The Thousand-Year Door, Mario’nun RYO olarak en iyi örneklerinden biri ve gerek Gamecube versiyonu gerekse de şu an incelediğim Switch yeniden yapımı rahatlıkla önerebileceğim oyunlardan biri. Eğer oyun birazcık bile ilginizi çektiyse mutlaka bir bakın. Hele ki “Aman ya Mario işte ne olabilir ki?” diyorsanız. Ben de öyle diyordum çünkü bir aralar.
Ee Nintendo… Şimdi Gamecube kataloğunuza son birkaç yıldır tekrar dalmış ve The Thousand-Year Door’u bile sadece Gamecube’da olmaktan kurtarmışken, Gamecube’da kalmış diğer oyunlarınıza da bir baksanıza ya? Eternal Darkness olur, Wind Waker olur, F-Zero GX olur, Wind Waker olur… EVET WIND WAKER İSTİYORUM! Wii U demeyin, yemin ederim kavga çıkarırım.
Yorum gönder