Dragon’s Dogma 2 – İnceleme Oyuncular Web
Dragon’s Dogma 2 – İnceleme Oyuncular Web de
Melve’den yola çıkalı iki gün oluyor. Güya yollar tehlikeli diye karavanla gidelim Vernworth’a dedim, belaya bulaşmayız dedim… Onda da kasabadan yola çıktıktan hemen sonra Cyclops’un birinin saldırısına uğradık! Hadi o dert değil de, biz Cyclops’u hallederken karavandakiler yola bizsiz devam etmiş; yolun ortasında hiçbir hazırlığımız olmadan öylece kaldık resmen!
Neyse, ben de dünkü maceracı değilim herhalde. Yabanda hayatta kalmak ve yolumu bulmak konusunda iyiyimdir; övünmek gibi olmasın… Ama işte, ne kadar iyi olursanız olun, bir yerden sonra yorulup tükenmeye başlıyorsunuz. Goblinler falan neyse de… Güneyden dolaşıp yolumuzu bulmaya çalışırken iki tane Minatour’a denk geldik. Aynı anda değil tabii; farklı noktalarda. Çetin dövüş oldu ama neyse ki Pawn’ım bu yaratıkların zayıflığını iyi biliyor: High Levin büyüsü savaşı hızla bizim lehimize çevirdi. Yorulduk ama yine galip geldik yani.
Fenerimin ışığında haritayı kaldırıp etraftaki şekilleri, yolun kıvrımlarını inceliyorum. Bu sırada Pawn’lar kendi arasında sohbet ediyor: “Başka diyarlardaki Arisen’ların hep farklı zevkleri var” diyor mesela yaralarımızı iyileştirsin diye Rift’ten çekip getirdiğim büyücü. “Bir tanesi sadece kadın Pawn’ları kiralamayı tercih ediyordu” diye ekliyor. “Hepsinin bir tercihi var işte” diye onaylıyor benim Pawn’ım da.
Haritadan başımı kaldırmadan gülüyorum ikisinin arasındaki muhabbete. Sonra dikkatimi tekrar yola veriyorum. Vernworth’un biraz güney batımızda kalıyor olması lazım. Hava zifiri karanlık olduğu için yolumuzu seçmekte zorlanıyorum artık. Zaten en son kayalıkların tepesinden atlayıp önümüzü kesen Ogre da fena canımı sıktı. Bizi karanlıkta gafil avlaması yetmiyormuş gibi savaşçımızı tutup suya fırlattı. Ben yetişemeden tuzlu, sudan uzanan o tüyler ürperten kızıl uzantıların arasında kayboldu zavallı şey.
Ama az kaldı, biliyorum. Vernworth’a vardığımızda handa biraz dinlenip kendimize geliriz. Çantalar da ganimet doldu zaten, ağırlıkları belimi büküyor. Sonra belki o zavallı Pawn’ı geri çağırırım hem… Yok yere heba oldu garibim.
…Hele şu köprüyü bir geçelim de…
…Bir dakika, yine bir kükreme sesi mi duydum sanki?
Ah, hayır ya… Ejderha mı şu yolumuzun üstündeki?!? Sırası mıydı şimdi?
Oturun şöyle yamacıma, hikâye zamanı! Yıllardan 2000’i 12 geçe; aylardan da Mayıs. Oyungezer’in 55. sayısı çıkmış. İçerisinde yepyeni bir oyun var kimselerin duymadığı: Dragon’s Dogma! Genç ve hevesli bir yazar, etrafındakilere canhıraş anlatıyor bu oyunu heyecanla. Ama herkesin dilinde bir “Skyrim” var, kimse dönüp bakmıyor bile bu güzide oyuna.
İşte o bir zamanlar genç olan yazar var ya, yıllarca övmeye devam etti bu oyunu usanmadan. İnsanların oyun zevkini genişletmek, onları bu niş ama benzersiz deneyimle tanıştırmaya çalıştı… Dedi ki “Oyunun macera hissi süper ya”, “Gece yolculuğa çıkmak bambaşka bir deneyim”, “Yahu indirime de girmiş yine, sudan ucuz; alsanıza, oynasanıza!” Yok. Bir türlü dinlemediler lafını. Nereden mi biliyorum? Eee bendim o yazar; başka nereden bileceğim?
12 senelik bekleyişin ardından ejderha geldi bir kez daha kalbimizi çaldı. Uzunca bir süre oyunun yapıldığına dair söylentiler ve Dragon’s Dogma Online’ın Japonya sınırları dışında oynanamıyor olmasının verdiği depresyonla boğuştuktan sonra nihayet yine Cyclop’ların tepesine tırmanıp Chimera’ların kuyruğunu tıraşlayacağımız günler geldi çattı. Oyunun mekaniklerine, hikâyesine falan da ayrıca değineceğim yazıda ama dikkatinizi asıl yazının dört bir yanına serpiştirmiş olduğum “günlük” kısımlarına çekmek istiyorum. Zira hepsi tamamen oyun içinde bizzat başımdan geçen, oyunun önceden belirli hikâye sekanslarıyla çok nadiren kesişen oldukça ilginç anılardan derlendi. Bu yüzden de oyunun asıl “akılda kalıcı” yanlarını öne çıkarttığını düşünüyorum. Muhtemelen sizin karşılaştığınız şeyler çok daha farklı ve başka olacaktır.
Çok kalpsizsin Arisen…
Arisen bir nedir? Bunu bilmek önemli, çünkü Dragon’s Dogma’nın başrollerini Arisen ve ejderha paylaşıyorlar. Arisen aslında standart bir maceracı ya da sıradan bir insan değil, ejderha tarafından “işaretlenmiş” bir nevi seçilmiş kişi. Tabii işaretleme işlemi kalbini sökerek yapıldığı için bir tık acılı olsa gerek ama ejderhanın seçtiği kişinin kalbini yemesiyle bu ikisi arasında bir bağ oluşuyor. Arisen bu sayede yaşlanmıyor, ejderhayla iletişim kurabiliyor, normal şartlar altında öldürülemiyor… ve en önemlisi de “Pawn”, yani piyon adı verilen savaşçılara can veriyor. Bütün Pawn’lar Arisen’ın iradesinden doğduğundan tek amaçları sorgusuz sualsiz hizmet etmek. Ve seri için o kadar önemliler ki, Dragon’s Dogma’nın kolunu kesseniz damarlarından kan yerine “Kurtlar sürü halinde avlanır Arisen” diyen Pawn’lar akar. Tahmin edeceğiniz üzere biz yine bir Arisen olarak oynuyoruz oyunu. Aslında her oyuncu sayısız dünyadaki sonsuz Arisen’lardan birini temsil ediyor. Bu multi-evren sonsuzluğu içerisinde Pawn’ların yolculuk edebiliyor ve başka maceralara katılabiliyor olmasıysa sistemin belkemiğini oluşturuyor. Ama oraya daha sonra detaylıca geleceğim, önce hikâye girizgahını verdiğime göre Dragon’s Dogma 2’nin senaryosu üzerine diyeceklerim var.
Şimdi hikâye ilk oyuna göre oldukça sıkı başlıyor aslında. Öncelikli olarak elimizde iki tane büyük şehir var: İnsanların yaşadığı, Arisen’ın hüküm sürdüğü yemyeşil ormanlar, balıkçı kasabaları ve türlü türlü yaratıkla dolup taşan klasik fantezi diyarı diyebileceğimiz Vernworth. İkinci şehirse daha çorak ve kanyonlarla çevrili, yine bir o kadar tehlikeli canlıların mesken tuttuğu, daha şamanistik yapıda olan yeni kedimsi ırk olan Beastren’lerin başkenti Battahl. Arada pek de geçinemeyen bu ikisi arasında kalan sınır kasabaları falan da var. Oldukça şenlikli bir ortam anlayacağınız. Ama Vermund’un hükümdarı Arisen dedim, değil mi? E biz Arisen olduğumuza göre, şehir aslında bizim mi oluyor? Tahmin edeceğiniz üzere olamıyor çünkü tahtta bir Arisen oturuyor zaten. Ve bizim şehre gelişimizle de “Ee gerçek Arisen hanginiz o zaman?” sorusu üzerine dönüyor mevzu. Sürprizini kaçırmayacağım ama daha başlarda açığa çıksa da ilerisi için hevesimi kabarttı bu ilginç hikâye gidişatı.
Ne yazık ki o ilk beklenti çok uzun süre devam edemedi, zira güçlü başlangıç ve geniş potansiyeline rağmen iş anlatıya geldiğinde DD2 yine ilk oyunda olduğu gibi biraz çakılıyor. Hani kötü demeye de dilim çok varmıyor ancak öyle bitirdikten sonra yıllarca anacağınız, akılda yer eden görevler çok nadir. Hadi bunu ilk oyunda da sineye çekmiştik de, beni bu açıdan en büyük hayal kırıklığına uğratan şey karakterlerin sığlığı oldu doğrusu. Yani derine gidince Brine kapıyor, o yüzden sığ yaptınız belki de ama… Oyunun ana görseline bakıyorsunuz: Solda Beastren’ların İmparatoriçesi Nadinia var, sağ yanda Ulrika adındaki insan okçu var. Ortada Arisen, böyle yaldır yaldır alevlerle çevrelenmiş… Görsele bakınca çok acayip şeyler hayal etmiştim ben. İkisi de çok önemli karakterler, Arisen’ın hikâyesinde çok büyük rol oynayacaklar falan diye pazarladılar zaten. Ama oynayınca görüyorsunuz ki ikisinin rolü de tatmin edici derinlikte olmaktan uzak.
Hoş, o ikisine gelene kadar diğer yan karakterlerde de durum iç açıcı değil … Oyunun sitesine girdiğinizde “Karakterler” diye sayfa yapmışlar mesela. Buradaki bazı karakterler için yazılmış “özetler” gerçekten oyunda anlatılandan daha fazla yahu. Sigurd diye bir karakter var mesela, son göreve gelene kadar toplamda üç tane repliği ya var ya yok adamın… Onları da ağzından kerpetenle zorla alıyoruz zaten. Daha da fenası bu adam “Maister” olarak geçiyor; yani belli bir Vocation’da Arisen’a yol gösterecek bir uzman, haliyle de yolculuğumuzda önemli yer tutması lazım. Onun yerine kasabaya saldıran ejderhayı dövdüğümde “Al özel teknik. Öğrenirsin!” diye kafama özel tekniğini fırlattıktan sonra yine sessizliğe gömüldü oyunun kalanında. Kimsin, kimlerdensin; bu teknikleri nereden öğrendin, nasıl geliştirdin? Bunları bir anlat, karakterin etrafında bir külliyat oluştur… Di mi? Yok. “Teknik yaptım, al öğren”. Bitti gitti…
Neyse, sakinim… Senaryodan bahsederken gömdüm biraz ama onun aradan çıktığı iyi oldu, şimdi alabildiğine öveceğim kısma geldik çünkü. Dragon’s Dogma’nın özünde bir açık dünya oyununda firmaların bir türlü anlamak istemediği (ya da anlayamadığı) o gizli formül saklı. Yani bakın geçen ay Final Fantasy VII’nin açık dünyasını da övdüm aslında ama orada bile şikayet ettim bundan: İkonlarla işaretlemeyin kardeşim her şeyi! Kule açmayalım artık, numerik değerlere indirgenmesin her şey. Salın bizi kum havuzuna, biz orada takılalım kendi başımıza. Beklemediğimiz sürprizlerle karşılaşalım. Çünkü doğru söyleyin şimdi, hangisi daha eğlenceli sizce? Bir bölgedeki herhangi bir yere gizlenmiş 4 tane sandığı bulmaya çalışmak mı yoksa bir kasabadan diğerine gitmeye çalışırken gece bastırdığı için tepenize binmeye çalışan bin bir türlü musibetten kaçmaya çalışarak canhıraş bir şekilde geceyi geçirebilecek bir kamp alanı bulmaya çalışmak mı? Eğer ikincisi diyorsanız müjde, Dragon’s Dogma tam size göre!
Oyunda geceler gerçekten başka oyunlarda tecrübe etmediğimiz türden apayrı bir tecrübe. “Şimdi kontrastı kısıyoruz”dan çok daha fazlası. Bir yandan incelemeyi yazarken bir yandan da ikinciye dönüyorum mesela oyunu. Ana Pawn’ım dedi ki “Arisen, ben başka bir dünyada gezerken buralarda bir sandık görmüştüm. Göstereyim mi yerini?”. Dedim ki “Göster hadi bakalım”. Ortam zifiri karanlık, ben istesem de göremem zaten. İki metre önümdeki şekiller birden yerden peydahlanırken… sandık bulacağız diye uyumakta olan bir ejderhanın burnuna çarptım. Ejderha da “BANA MI LAĞN?!” diye ortalığı aleve verdi doğal olarak; şenlendi orman… Halbuki yolu düz takip etmiş olsaydık ya şehre sağ salim varacaktık ya da artık Seneschal başka bir şekilde belamızı verecekti yine, bilemiyorum. İşin güzel yanı, buna benzer sahneler yaşayabilirsiniz tabii ki ama bu enstantane tamamen bana ait. Tekrarlamak için gece tam o saatte, o mekana giderseniz o ejderhayı orada bulacağınızın hiçbir garantisi yok. Bu yüzden de her bir yerden bir yere gidiş ayrı bir macera haline geliyor ve defalarca baştan oynasanız bile size sürpriz anılar yaratmayı başarıyor bir şekilde.
Dragon’s Dogma’yı diğerlerinden ayırıp kendine ait kulvara sokan ve orada yarışmaya iten şeylerden bir tanesi de boss savaşları… ve tam olarak bu savaşlara bağlı gerçekleşen “Grab” özelliği. Bunu taaa 12 yıl önce de övmüşüm ve “Bütün oyunlara eklenmeli” demişim bakın. Pek dinlememişler sözümü ki aklıma gelen başka başlıca bir örneği yok bu özgün sistemin. (Shadow of the Colossus’u saymıyorum, o teknik olarak daha eski) Bilenler zaten kafa sallıyordur şu anda ama ben bilmeyenlere açıklayayım: Nedir grab? Başka oyunlardan alışığız tabii ejderha, Griffin ve benzeri yaratıklara silahımızı savura savura dövüşmeye. Dragon’s Dogma’da savaşlar bu şekilde işlemiyor. Ejderhayla mı dövüşüyorsunuz? Düz tırnağına vura vura saldırmaya çalışırsanız gerçekleşecek iki şey var: Ya ejderha sıkıntıdan burnundan solurken yanlışlıkla alev alacaksınız ya da “Hanım gelirken 10’lu Saurian yumurtası sipariş etmişti, geç oldu ben kalkayım” diyerek havalanıp gidecek. Yapmanız gereken ne peki? Zayıf noktalarına çalışmak. Uçup gitmesin diye bu “Grab” özelliğiyle sırtına tırmanarak kanatlarını yırtabilirsiniz mesela. Kalbi parladığında oraya yoğunlaşarak sersemletip yere düşürebilirsiniz… Ha ilk oyunda bu sistem çok özgün ve çok yeni olsa da birazcık garip çalışıyordu. Mesela Fighter, Warrior gibi ağır yüklü karakterler büyük yaratıkların üzerine tırmanmakta zorlanıyordu; tırmansalar bile bu şekilde yapabilecekleri saldırılar sınırlı oluyordu. Bu sefer herkese çok daha kolaylaştırmışlar işi, çünkü yaratıkların tepesine çıktığınızda artık “tutunmak” zorunda değilsiniz, haliyle tutunmadan ayakta durduğunuzda Stamina harcamadığınız gibi daha rahat bir şekilde de saldırabiliyorsunuz. Ama üstünde durduğunuz yaratık şöyle bir sağlam silkelendi mi de sizi en yakın duvardan hançerle kazıyorlar tabii. O yüzden silkelenmeye hazırlandığı anda yine yapışmak gerekiyor. Ejderhadan örnek verdim ama benzer şekillerde Cyclops’un tepesine tırmanıp “Yüzüne gözüne dursun” diye hançer saplamak, Chimera’ların yılan kuyruğuna yapışıp “Pullarından bot yapıcam” diye kesip biçmeye başlamak gibi her yaratıkta değişen numaralar var. Sistem nefis olmasına nefis ama bu noktada ikinci oyunla seriye giriş yapmış olanların hiç farkına bile varmadığı ancak ilk oyunun gediklilerinden olan beni üzen bazı “basitleştirmeler” söz konusu. Eskiden mesela “Ejderha boynuzu” ya da “ejderha kanadı” gibi materyaller çok lazım olurdu ve bunları toplamak için de spesifik olarak o bölgeye saldırarak hasar vermemiz gerekirdi. Şimdi bunu basitleştirmişler, ne kadar uğraşsam da ejderhalardan ekstra bir parça düştüğünü görmedim. Tek fark ettiğim Minatorların boynuzunu kırdığımda daha çok Minator boynuzu çıkması oldu cesedinden ama onun da tesadüf mü yoksa gerçekten o yüzden mi daha fazla çıktığından emin değilim.
DD1’den gelenler için ne yazık ki başka basitleştirmeler de söz konusu. Mesela eskiden Crafting sistemi biraz daha derindi. Çürüyen ve bozulan etleri, meyveleri büyülü pınarlardan şişelediğiniz sularla taze hale getirebilirdiniz, bir sürü materyalin birbiriyle fantastik etkileşimleri ve kombinasyonları vardı. Ha bu herkes için kötü bir şey değil ama bu alanda biraz daha derin ve detaylı sistemleri sevdiğimden yokluğunu hissettim. Yine de şu anki hali de kötü değil, sadece ilk oyunu oynadıysanız eksikliğini hissedersiniz. Aslında düşünüyorum da Dragon’s Dogma 2’yi eleştirebileceğim noktaların çoğu ilk oyundan bu yana basitleşmiş ya da eksik kalan şeyler. Hadi Speedrun modu olmasa da olur ama en azından bir Hard Mode olmalıydı kesinlikle diye düşünüyorum. Evil Eye, Cursed Dragons, Hydra, Cockatrice gibi düşmanların olmaması da bir eksi bence. Keza oyunun sonunda Ur-Dragon gibi Online’a da göz kırpan bir mücadelenin olmaması beni biraz üzdü. Hoş, yeni eklemelerden Medusa ve özellikle de Gigantus gayet başarılı boss’lar. Hele ki Gigantus gerçekten çok şahsına münhasır ve oyunun senaryo olarak size sunduğu nadir akılda kalan sahnelerinden bir tanesiydi. Yine de Bitterblack Isle tarzında bir devasa zindanı çok aradım ama o kendi başına bir ek paket olduğu için bunu değerlendirmeye almam çok da adil olmaz diye düşünüyorum. Özetle… Siz iyisi mi Dragon’s Dogma serisiyle tanışıp sevdiyseniz ilkini de bir dönüp oynayın bence. Evet, çoğu açıdan ikinci oyun seriyi alıp ileriye taşımış ama bazı şeylerde ilkinin üstünlüğü de tartışılmıyor şimdi.
İkinci oyunun özellikle öne çıktığı şeylerin başında oynanışın cilalanmış, sınıfların çok daha rafine, çok daha temiz bir iş çıkartmış olması geliyor. Sınıflara yine ayrı bir kutuda değindim minik tavsiyelerle birlikte. Gerçekten de aralarında “Ya bu da çok kötüymüş, olmamış” dediğim olmadı, her biriyle oynamak ayrı bir keyifti. Bu açıdan bir üzüntüm Dragon’s Dogma Online’ın oynamış olanların favori sınıflarından Alchemist’in eklenmemiş olması. Ama belli olur, belki Dark Arisen tadında bir eklenti gelir bu bahsettiğim noktaları da cilalar. İşte o zaman demeyin keyfimize…
İlk oyundan bağımsız olarak eleştirebileceğim bir diğer durumsa… çok şaşıracaksınız biliyorum ama performans durumu. Ben oyunu Playstation 5’te oynadım, PC versiyonunu da ayrıca test etmek istedim ancak ne yazık ki tek bir kodumuz olduğu için mümkün olmadı. Ama özetle oyun her platformda idealin altında bir performans sergiliyor. Konsollarda herhangi bir ekstra performans ayarı yok ve genellikle 30 fps civarında çalışıyor olsa da Vernworth gibi büyük şehirlerde ve büyük büyü efektlerinin havada uçuştuğu anlarda anlık teklemeler fazlasıyla fark ediliyor. Ha, oynanmayacak ve slayt şova dönecek kadar kötü değil ama. PC tarafında aldığım duyumlarda da oyunun özellikle CPU’ya abanması yüzünden şehirlerdeki yüzlerce NPC’yi simüle ederken zorlanmaya başlaması söz konusuymuş. Hatta bu yüzden millet şehirlerdeki gereksiz NPC’leri öldürmeyi falan planlıyordu ama bir süre sonra yerlerine yeni NPC’ler geleceğinden çözüm olabileceğini çok sanmıyorum. Neyse ki Capcom bu konuda bütün platformlar için performans güncellemesi üzerinde çalıştıklarını duyurdu ben bu satırları yazarken. Siz okuduğunuz sırada söz konusu güncelleme çıkmış bile olabilir.
Bu kadar uzuuuun uzun anlattığımdan da anlayacağınız üzere Dragon’s Dogma 2 çok özgün, eşine benzerine az rastlanır ve etkileyici bir macera. İlk oyun benim favorilerim arasındaydı, ikincisi de adını onun hemen yanına yazdırdığından gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum. Belki hemen değil ama… Şu performans sıkıntıları geçsin gitsin, siz belki o sırada az önce de yazdığım gibi ilk oyunla ısınma turu atarsınız…
E ama Steam yorumları negatif diyor? Der tabii. “Review bombing” dediğimiz seri eksileme konseptini hayata geçirmek zor bir şey değil çünkü. Peki yine ne gibi bir drama çıktı da millet Dragon’s Dogma 2’yi yerin dibine sokma ihtiyacı hissetti? İlk sebep performans sorunları -ki bu noktada eleştirebileceğim bir şey yok. Gayet haklı isyanlar var. İncelemede de bahsettiğim üzere oyun daha iyi optimize edilmeliydi. İkinci sebebe gelirsek, işte o konuda iki çift lafım olacak: Mikro ödemeler. Şimdi şunu baştan söyleyeyim ki “Mikro ödemeleri mi savunuyorsun?” olmasın mevzu: Mikro ödemelerin (hele ki tek kişilik oyunlarda) tamamına karşıyım. Hoşuma gitmiyor tek başıma oynayabildiğim oyunlarda saçma sapan şeylerin ödeme olarak konulması. Mevzu “Mikro ödemeler olsun mu?” değil yani. Her türlü olmaması tercihimdir. AMA, internette yanlış şekilde aksettirilen bir durum söz konusu bu noktada: Mikro ödemeler var, evet ama hiçbiri zorla dayatılmış ya da oynarken almazsanız sizi eksik hissettirecek şeyler değil ve hepsini de normal oynarken ihtiyaçlarınızı karşılayacak şekilde fazla fazla buluyorsunuz. Bunlardan en çok konuşulanı hızlı seyahat etmenizi sağlayan Rifstone’lardı mesela. 10.000 altına herhangi bir satıcıdan satın alabiliyorsunuz oyun içinde. Oyunun başları için bir tık yüksek bir ücret belki ama emin olun oyunun sonlarına geldiğinizde elinizde kullanacağınızdan çok daha fazlası olacak, çünkü sağdan soldan da buluyorsunuz bir sürü. Hele ki oyunun sonlarında neredeyse kestiğiniz HER büyük yaratıktan bir tane düşüyor, NG+’a kucak dolusu Riftstone’la giriyorsunuz. (Oyun içindeki Adventure Logbook’a göre 61 kere Ferrystone kullanmışım, hâlâ elimde 20’ye yakın var ve herhangi bir mikro ödeme satın almadım) Wakestone zaten Pawn görevlerinden ve yine etraftan bolca bulunuyor. Satıcılarda da parçaları çıkıyor sıklıkla. Art of Metamorphosis, karakterinizin veya Pawn’ınızın tipini baştan düzenlemenize imkan veriyor -Vernworth’un Rift Stone’undaki satıcıdan Rift Crystal karşılığında satın alabiliyorsunuz onu da. Özetle, MTX olarak satılan ve alamayacağınız, edinemeyeceğiniz tek şey… ilk Dragon’s Dogma’nın şarkılarını çalmanızı sağlayacak eklenti. Onu da en kötü açıp Youtube’dan falan dinlersiniz ya. Paranıza kıymayın. Gerçekten şu satılanlar arasında “Almazsam içimde kalır” diyebileceğiniz hiçbir şey yok. Beni bütün bu söz konusu dramada asıl kızdıran mevzu, Capcom’un bunu ilk defa yapmıyor ama ilk defa bu kadar büyük bir tepkiyle karşılaşıyor olması. Yani Resident Evil 4’te bütün hazinelerin yerini gösteren harita sattılar, kimsenin gıkı çıkmadı. Devil May Cry’da can barını arttıran Blue Orb, yeteneklerimizi geliştirmemizi sağlayan Red Orb’ları sattılar, yine kimse ses etmedi. Çünkü bu iki seri zaten popüler ve oynayanların sesi daha yüksek çıktığından “Bu MTX’lere ihtiyacınız yok” dediler ve geçti gitti mevzu. Bunlar arasında görece daha zararsız (ve tekrar altını çiziyorum, GEREKSİZ) MTX’lere sahip olan Dragon’s Dogma 2’de mevzu niye bu kadar olay oldu? Çünkü DD2 diğer örneklere göre daha niş bir oyun. Oyunu henüz oynamamış ve muhtemelen oynamaya niyeti de olmayan birileri çıkıp sosyal medyada etkileşim kasmak için bir kuyuya taş attı, o gün bugündür herkes o taşı çıkartmaya çalışıyor işte. Halbuki oynayan birçok insanın bu konudaki yorumu “Ee bu mikro-ödeme mevzusu abartıldığı gibi değilmiş, internette bu kadar konuşulmamış olsa farkına bile varmazdım varlıklarını” oldu zaten. Ha, “Mikro-ödemelere genel olarak karşıyım ve ne olursa olsun ona tepkimi koymak istiyorum” diyenlere lafım yok; tam aksine tutarlı duruşlarından dolayı tebrik ediyorum öyle diyenleri. Ama dediğim gibi oyuna daha büyük etkide bulunan eşyalar satan RE4’ün ve DMC5’in kullanıcı yorumlarının “Son Derece Olumlu” olduğu düşünülürse sizce de burada bir saçmalık yok mu yani? |
♦ İnceleme puanlarımız ne anlama geliyor?
Yorum gönder